Evrimle DeGil Emirle
(With command, Not with Evolution)
by: Ilhan Akan, PhD. ([email protected])
Üniversitede Biyoloji Lisans eğitimi ve sonrası Lisansüstü ve doktora eğitimim süresince İslam ve evrim çelişkisi konusu beni çok zorlamıştı. Uzun bir sure “Allah var, her şeyi o yarattı ama bana öğretilenlerin ışığında evrim de var” diye bocalamıştım. Problemlerimin iki sebebi vardı. Birincisi, benim iman konusuna çok yabancı olmam. İkincisi ise bana bilimsel gerçek diye dayatılanların sağlamasını yapmadan doğru olarak kabul etmemdi. İmanın esaslarını tahkiken öğrenip, doğrulamam ve onları hayatıma ve bilimsel bakışıma uyguladıkça (Elhamdülillah) bu durumu atlattım ve şimdi biyoloji ile ilgili ne görsem veya öğrensem imanım daha da kuvvetleniyor, çünkü o bilgiyi imanımı güçlendiren ayet/malzeme olarak kullanabiliyorum. “Yapılan araştırmaların neticelerini incelerken, kendi varlık anlayışını yansıtarak yanlış yorumlayanların açıklamalarını değil de, araştırmaların sonuçlarına odaklanıp dikkatle incelersen, o zaman bilimsel sonuçlar sana o olayın yaratıcısını tanıtır!” diye öğrendiğim bir düsturu her zaman aklımda tutuyorum. Kendimce edindiğim sonuçlar doğrultusunda benim gibi sancı çekenlere faydası olur diye ulaştığım sonuçları paylaşmak istiyorum.
Evrim nedir ki bu kadar tartışma konusu olabiliyor? Evrim en basit anlamda canlıların ilk oluştuğu bir hücreli organizma halinden bugünkü bildiğimiz bitkiler, hayvanlar ve insan gibi canlılara nasıl dönüşebilmiş olduğunu açıklamaya çalışan bir teori, yani varsayımlar (Bilimde bir teori demek ne olduğunu aslında bilmediğimiz bir konu hakkında yapılan varsayımlardır. Bilimsel bir teorinin ispatlanmış bir gerçek olduğu yanılgısına kapılmamalı). Evrim, evren cinsinden olmayan bir etki olmadan (yani gözlemleyebildiğimiz evren dışından bilinçli tercih yapan bir yaratıcı olmadan) canlıların değişmesi ve yeni organizmaların oluşması gibi olayları bir kapalı sistem (ekosistem) içinde açıklamaya çalışır. Gerekli şartlar oluştuğunda bir canlının bulunduğu çevre koşullarına daha iyi ayak uydurabilmek için değişeceğini, hatta yeni bir canlı türü oluşabileceğini iddia eder. Peki bu iddia beni neden ilgilendirir? Çünkü evrim teorisi, bilinçli tercihler yaparak bu evrene belli bir düzen içinde varlık veren bir yaratıcı olması gereği sonucuna ulaşan mantıki kavrayış ile çelişir. Yani diğer bir deyişle, evrim bir yaratıcıyı reddeder.
Insanlar yaptıkları gözlem ve vardıkları sonuca göre mantık muhakemesiyle bilinçli bir yaratıcının var olması gerektiğine inanabilir (iman eder). Biz insanlara düşen en önemli sorumluluk, hayatin ne demek olduğunu, hayatın yapıtaşları olan amino asitler, nükleik asitler, ve hatta su gibi moleküllerin nasıl olup da bir araya gelip bir “canlı” organizmayı oluşturabildiğini araştırmak düşünmek/anlamak olmalıdır. Hal böyle iken, kendini bir yaratıcıya inanan olarak tanımlayanlardan bazıları asıl araştırmaları/düşünmeleri gereken aşamayı atlayıp çok büyük bir metodolojik hataya düşebiliyor. “Canlılık” veya “Hayat” kavramını hiç düşünmeden (veya “olmuş bir kere” diyerek geçiştirip), bakteri gibi tek hücreli bir canlının dahi nasıl var olduğunu açıklayamayan evrim teorisinin rehberliğinde, türlerin kökeni, türler arası ilişkiler ve insanın hangi canlıdan türediği gibi konularla muhatap oluyor. Bu araştırdığı konulara belki başlangıçta bir yaratıcı inancı çerçevesinde çözüm ararken de sadece “evrimsel” anlayışı kabul eden çalışmaları okuyabiliyor. Neden? Çünkü, akademik yayınlarda evrimi bilimsel kanıtlarla eleştirmek hala tabudur ve yayınlanamaz. Kimlerin hangi yetki ile koydukları bilinmeyen bu sansür yüzündendir ki “yayınlanan her bilimsel makale bu teoriye destek çıkıyor” sanılır. Kendini inanan olarak tanımlayanlar bir anda bu kadar dayatma bilgiye karşın imani bir düşünce yapısı geliştiremiyor. Bunun en önemli sebeplerinden birisi de, bir yaratıcı olmasının zorunluluğunu gerektiren delillere dayanmayan bir iman ile, içinde doğup büyüdüğü kültürün etkisiyle inandığını zannetmektir diye düşünüyorum. “Çağın gerisinde kalmış Müslümanlar zannına karşın modern bilimsel gerçekler” ikileminden kurtulmak için İslam’ı “modernize” edip bilimsel gerçeklere karşı gelmediğini göstermek niyetiyle evrimi dinsel terimlerle aklama çabasına yönelik çalışmalar yapıyorlar. Sonunda “İslam evrimi kabul ediyor!”, veya “Zaten basamak basamak yaratılış var, türler birinden türeyebilir ve bu da evrimle aynı şey demektir!! Yani İslam evrimle çelişmez” gibi çok yanlış yorumlar ortaya atıyor (büyük bir yanlışa düşüyor.) Halbuki, türlerin birbirini etkileyebilmesi demek bir yaratıcıya ihtiyaç olmadan sistem kendi içinde işliyor demektir. Bu sonuç, sürekli yenilenen varlıkların kendi kendilerini değiştirdiği anlamına gelir (ki bu da o varlıklarda bir yenileme gücü, ilmi, iradesi vb özelliklerin var olmasını zorunlu kılar). Halbuki böylesi özellikleri varlıkların kendilerinde görmek veya göstermek mümkün değildir. (Kuran’ın önerdiği yaratıcı Allah inancı olan Tevhid anlayışı da budur. Tevhid anlayışı makul olduğu ve bu teori ispatlanamaz olduğu için evrim teorisi reddedilmelidir.) Bu yazıda, inandığını söyleyen bilim adamları arasında evrim teorisine yaklaşırken kullanılan metodolojik kayma ve mantıksal problemleri kısaca ele alacağım.
Tarihsel verilerin, fosil kalıntılarının doğruluğunu veya yanlışlığını ispata çalışarak evrim gibi konulara bir açıklama getirilmeye çalışmak tamamen işin özünü kaçırmak olur. Asıl sormamız gereken sorular “Hayat nedir?” “Canlı olmak ne demektir?” “Var olmak ne demek?” “Bir canlı kendi kendine veya çevre etkisiyle var olabilir mi?” gibi varoluşun temellerini sorgulayan sorular sorulmalı. Evrim teorisi “Varlık ve hayat bir kere ortaya çıkmış, nasıl çıktığı çok da önemli değil şimdi, benim asıl meselem türlerin değişimi” diyerek asıl sorulması gereken soruları es geçiyor. Veya “Bir yaratıcı ilk canlıları yaratmış olabilir, ama sistem kendi kendine işliyor ve canlılar bulundukları ekosistemde hem çevreden etkileniyor, hem de birbirlerini sürekli etkiliyorlar, ve bu da bir canlıda değişimleri zorluyor, çevresine gittikçe daha uygun yeni özellikler böyle kazanıyor ve gittikçe daha iyi ve gelişmiş türler ortaya çıkıveriyor” diyerek bir yaratıcıya inanan insanları da tuzağa düşürüyorlar. Özellikle “Her şeyi Allah yarattı” diyen bir inanan dahi “Allah bir zaman önce yaratmış, artık evrende ve dolayısıyla dünyada sistem kendi kendine işliyor. Allah sisteme, yani hiçbir şeye karışmıyor ve karışmayacak” gibi bir algı oluşturuyor. Böylesi tuzaklara düşmemek için, bizi doğru sonuçları bulmaya götürecek şekilde sorular sormamız gerekiyor.
Bilimsel diye yutturulan veya dayatılan bu teorinin böyle çürük olduğunu gördüğüm için, bir biyolog olarak “evrim teorisini İslamlaştırmak” diye bir uğraşa girme ihtiyacı hiç hissetmiyorum. Onun yerine Kuranin ışığında ilerlemeyi tercih ediyorum. Kuran bana beni yaratandan izinsiz bir yaprak bile kıpırdamadığını (6:59), veya O’nun yaratma yönteminde hiçbir değişiklik bulamayacağımı (48:23) ve bana kendisinin nasıl yaratmaya başladığını gözlemem gerektiğini (29:20) belirtiyor. Beni yaratan, bana sürekli sorgulamamı, araştırmamı, soyluyor. O zaman araştıralım… Bu ve benzeri iddialarda bulunan ayetlerin doğruluğunu nasıl sorgulayacağım? Benim kriterlerim ne olmalı o zaman? En önemli kriterim “Kur’an bana ve benim şu anki halime konuşuyor, ve bana bilmediklerimi anlatıyor”. Yani Kur’an bana zaten bildiğim şeyleri anlatmaması, veya tarihten hikayeler anlatmaması gerekiyor. Bir örnek ile belirteyim. Kur’an, “Biz insani bir balçığın özünden yaratıyoruz. Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe haline getiririz, sonra nutfeyi alaka yaparız…” (23:12-14)” diyerek, ana rahminde hangi aşamalarla insanın yaratılıyor olduğundan bahsediyor. İyi de benim bilmediğim neyi anlatıyor? Ben şimdi birçok kaynaktan bu olayın teknik detaylarına ilişkin çok daha ayrıntılı bilgi alabilirim. O halde beni yaratan, bana rahimdeki gelişme basamaklarını anlatmıyor, Kuran aracılığıyla bana “her bir aşamayı BEN yaratırım !!” diyor, “kendi kendine oluyor, tesadüfen oluyor, veya kendi kendine (bir programlanma otomatik) isliyor zannetme!!”. “En ince detayına kadar araştır bak bakalım bir canlının ana rahminde gelişmesinde kendi kendine olabilecek olan en küçük bir mekanizma, bir reaksiyon bulabilecek misin?”.
Beni yaratan bana sürekli düşünmeyi, sorgulamayı öneriyor “Git araştır sorgula, bak bakalım kendi kendine olan herhangi bir şey bulabilecek misin? “Tekrar tekrar bak, araştır, fakat bulamayacaksın” (67:3) diye iddia ediyor. Bu iddiaları doğrulamak benim görevim. Bu noktada “Allah zaten her şeyi yarattı, o söylüyorsa doğrudur, sorgulamak gereksiz” diye taklitçi sonuç odaklı bir iddianın çok yanlış ve zarar verici olduğunu da belirtmek isterim. Bir şeyin Allah tarafından yaratıldığı benim araştırmalarımın ancak sonucu olmalıdır (“İllallah”). Halbuki ilk önce araştırdığım konudaki hiçbir materyalin diğerlerinin varlık kaynağı olamayacağını (“La ilahe”) tasdik etmem gerekir. Bir örnekle düşünelim: Evde oturmaktan bunaldınız ve ormanda yürüyüşe çıktınız. Ağaçlar, bir yerlere dökülmüş yapraklar, yerde otlar, kenarda küçük bir gölet olmuş su var. Kuşlar, böcekler falan da gördünüz. “Bunların hepsini Allah yarattı” demek Kuran’ın metoduna aykırı bir yaklaşım olur. Halbuki bana düşen ilk önce “La ilahe” yani bu ekosistemdeki her bir parçacığın diğerlerinin varlık kaynağı olup olamayacağını araştırmak, ve eğer hiçbirinde bu tür bir kabiliyet yoksa “İllallah” yani bunları hepsini bir arada ahenkle yapan Sınırsız İlim, Hikmet, Kudret sahibi biri olması lazım, -ki ona Kuran “Allah” diyor-, diyebilmektir. İlk önce varlığın nasıl oldu da var olduğunu açıklamak gerekir. Fakat konumuz gereği hayati açıklayabilmek, hayatta olabilmeyi açıklayabilmek üzerinde yoğunlaşacağız. Bir hücrenin kendi kendine olamayacağına kanaat getirince çok daha kompleks organizmaların kendi kendine, veya çevresel güçlerin etkisiyle olamayacağını anlamak/iman etmek çok daha kolay olacaktır. O zaman rahatça su sonuca varabiliriz (iman ederiz) “Canlılar evrimle değil de Yaratıcının hayatı var etmeyi dilemesiyle, yani Onun Emriyle var olur”.
Hayat veya Canlılık nedir?
Hayati tanımlamak derin bir meseledir ancak bu kısa yazıda yüzeysel olarak tanımlarsak, Herhangi bir madde çevresiyle etkileşime girebiliyor, dışarıdan gelen uyarılara tepki verebiliyor, büyüyor ve çoğalabiliyor ise canlı diyebiliriz. Canlılığın en küçük birimi ise hücredir. Bir hücre, hücre zarı ile çevrilen, çekirdek, mitokondri, endoplazmik reticulum gibi belli başlı yapılardan oluşur. Canlılığın en temel taşı ne olabilir diye düşünürsek muhtemelen DNA (Deoksiribonükleik asit) denen ve çekirdekte bulunan, bütün canlılığa dair bilgileri saklayan kalıtım materyali diyebiliriz. DNA’dan RNA (Ribonükleik asit) sentezlenir, ondan da proteinler sentezlenir. Bu proteinler hücre içi veya dışında etkileşimlere girerler. Aslında bu anlatılanların bu kadar da kesin çizgilerle ayrılamaz olduğunu ilerleyen bölümlerde göreceğiz.
DNA’nın kalıtım materyali olarak kalabilmesi için proteinlere ve RNA’ya ihtiyaç vardır. Yani DNA kendi kendini kopyalayabilmek ve programlayabilmek için kendi ürünlerine ihtiyaç duyar. Mantık olarak biraz ters veya karmaşık geliyor mu? Hayattaki en temel yapı taşı olan DNA nasıl oluyor da kendi ürünü olan RNA veya proteinlere ihtiyaç duyuyor? Bazıları en temel yapı taşının RNA veya protein olduğunu iddia ediyor olsa da yine ayni sorun karşımıza çıkar. RNA sentezlenmesi için protein gerekir, ve her ikisinin sentezlenmesi için de DNA’da kodlanmış kalıpları (genleri) olması gerekir. Bu karmaşıklık aslında her birinin birbirine bağımlı olduğunu gösteriyor, ki hücrenin kendi kendine olamayacağının göstergesidir. Sistem içindeki bütün bireyler birbirine ihtiyaç duyduğuna göre, bu sistemin dışında bir yapıcı olması gerektiğinin işaretidir. (Bir hücreyi parçacıklardan oluşan bir duvara benzetirsek, bu duvarı oluşturan tuğlalar kendi kendilerine duvarı örmüş olamazlar, tuğlalarda böyle bir işlemi gerçekleştirecek özellikler görülemez; bir bilinçli tercih yapan usta o tuğlaları yerleştirmiş olması mantıken ulaşması gereken zorunlu sonuçtur.)
Tabii burada nükleik asitler nasıl olur da oluşmuştur, o konuya hiç değinmedim bile. Genel bilimsel/evrimsel inanışa göre evren ilk oluştuğunda öyle bir ortam vardı ki gerekli olan karbon, azot, hidrojen, fosfat ve oksijen öyle bir şekilde bir araya geldi ki bir “tesadüf eseri” bugünkü bildiğimiz nükleik asitler oluştu. Ve bu nükleik asitler öylesine bir araya gelerek canlılığın ilk temel taşı olan DNA veya RNA’yı “tesadüfen” oluşturdular. Bu “rastgele” olaylar “Milyarlarca yıl “rastgele” meydana gelerek!!” sonunda anlamlı bir DNA dizisi oldu ve ilk basit canlı böyle oluşmuş olmalı !! (ne de olsa milyarlarca yıl geçti. Masal veya efsane gibi değil mi? Hayır bu “rastgeleler” bilimsel gerçekler olarak anlatılmaktadır(!) Lütfen gülmeyin, daha bilimsel neler var!). Bu mantığa sığmayan ve hiçbir delili olmayan efsaneye inanmak zorunda bırakılıyoruz, çünkü karşı bir alternatif kesinlikle bilimsel kabul edilmiyor.
Not: Halktan bir çok kişi “bilimsel” terimini “gözle görülen kanıtlara dayalı” diye anlarken, aslında modern bilimsellik tanımında başka bir prensip daha var: “bilimde doğal olmayan hiçbir şeyden bahsedilemez” (‘methodological naturalism’). Peki ya kanıt ile bu prensip arasında bir çatışma olursa? Deliller, kanıtlar, doğanın kendi kendine var olamayacağını, dolayısıyla doğa ötesi bir yaratıcının olması gerektiğine işaret ederse ne gibi bir mantıksal çıkarımda bulunacağız? Delillere rağmen “doğal” olduğunu iddia eden bir açıklamada ısrar etmek mi bilimsellik? İtiraz edenler olsa da, şu anki hâkim ‘bilimsellik’ anlayışına göre maalesef cevap budur. Bundan dolayıdır ki, gözümüzle gördüğümüz müthiş düzenli ve maksatlı DNA’dan, hücreden, sayısız olaydan yola çıkarak ‘her şeyi bilen, gücü yeten ve kasteden bir yaratıcı olması lazım’ çıkarımı mantıklı olduğu ve kanıta dayalı olduğu halde ‘bilimsel olamaz’ diye baştan eleniyor. Geriye ‘tesadüfen evrimleşmiş’ tezi kalıyor, yani “evrim” elimizdeki en iyi bilimsel açıklama gibi gösteriliyor! Yaratıcı fikrini önyargı ile reddedince, tesadüfen evrimleştik diye kabul etmeye zorlanıyoruz.
Çok önemli gördüğüm bir noktayı burada belirteyim. Canlılığın en önemli özelliklerinden biri dışarıdan yapılan bir etkiye tepki vermeleridir. Yani, bir hücre içinde olan her olay dışarıdan gelen bir uyarıya cevap olarak meydana gelir. Bir diğer tanımla “hücrede kendi kendine hiçbir reaksiyon başlamaz!!”. Yine bununla alakalı çok önemli bir diğer nokta da hücrede “Kimlik” veya “hafıza!” olayıdır. Her bir hücrenin DNA’sında o hücrenin ne olduğu hafızada, yani kayıtta tutulur. Hücre bölünse de bu hafızayı kullanarak yine ayni tip hücre oluşturulur. Yani bir hücre kendi kendine “ben daha kompleks bir yapı haline gelmeliyim, bulunduğum çevre onu gerektiriyor” gibi bir karar vermez, veremez. Yani ileriye yönelik bir adim atmak, evrimsel olarak ilerlemek bir canlının yapısında yoktur!! Hele bir de daha kompleks, daha çok enerji gerektiren, ve daha çok karmaşık düzenleme gerektiren bitkiler, hayvanlar, ve insan gibi bir karmaşıklığı tercih edecek hiçbir güç evrende yoktur!
Kök hücre denen her bir farklı hücre tipine dönüşebileceği bilinen bir hücre var. Kök hücrenin kimliğini koruyabilmesi için daha önce farklılaşmış besleyici hücreler ile çevrelenmesi gerektiğini biliyor muydunuz? Yani bu daha önce farklılaşmış hücrelerden yollanan birtakım uyarıcı faktörler gelmezse “Kök” hücre farklı hücrelere dönüşebilme özelliğini kaybeder. Gördünüz mü yine birbirine bağımlı olma durumunu? Bir örnek verelim. Bir kök hücrenin bir sinir hücresine dönüşmesi için, daha önce farklılaşmış başka hücrelerden ne yapması gerektiğine dair uyarılar, yani emirler alır. O zaman hangi hücre hangisinin kökeni oldu? İkisi de bir diğeri olmadan var olamaz. Bir düşünürümüzün dediği gibi “Kâinat içindeki maddeler arasındaki birbirine bağımlılık kâinat cinsinden olmayan bir yapıcı olması gerektiğine işaret ediyor”. Bu birbirine bağımlı olma, en küçük yapı taşları olan atomlar, DNA, RNA ve proteinlerden tutun, uzayda gezegenler, güneş ve diğer yıldızlar arasındaki ilişkiye kadar her seviyede bize kendini gösteriyor.
“Çevresel güçler” denen atmosfer, su, toprak, sıcaklık, veya etraftaki diğer canlıların bir canlıyı daha da kompleks olmaya yönelteceği kadar mantıksız bir düşünce olamaz. Çünkü bunlarda kasıt ve bilgi yok ki daha iyi bir şey planlasın ve ortaya koysun. Evrim teorisine göre, çevresel koşullar etkisi altında da olsa “rastgele” olaylar olması gerekiyor. “Rastgele” mutasyonlar, genlerin bir canlıdan diğerine geçişi gibi argümanlar, ve milyarlarca yıl süre eklenince sanki evrimsel bir ilerlemenin olması gerektiği gibi bir algı yaratılıyor. Bütün bunların olasılığını hesaplamaya hiçbir hesap makinesi yetmez. Kaç kez başarısız mutasyon veya değişim olmalı ki bir kere başarılı olsun!! Her bir canlıda en ufak bir değişiklik için milyonlarca, belki milyarlarca başarısız ‘deneme’, yani ölüm olması gerekirdi. Bu mantıkla, dünyada milyarlarca başarısız kalmış fosil bulmamız gerekirdi. Nasıl oluyor da sadece başarılı türlerle ilgili fosiller çıkıyor? İnsanın mantığını zorlayan olaylar çok doğal ve olması gerekenmiş gibi yutturuluyor. Bir de canlıların birbirine bağımlı oluşu gerçeğini hep hatırlayalım. Bir proteinin oluşması için neredeyse sonsuz ‘deneme’ yapıldığını varsaysak bile, bu denemeler olurken o canlıya lazım diğer elemanların oluşmuş olduğunu nasıl varsayacağız? DNA için RNA lazım, bu arada DNA kopyalanması ve paketlenmesi için protein lazım, hücre çeperi lazım, hücrede sindirim, onun için besin lazım, onun için bitki lazım vs. vs. DNA’nın yazılımının tesadüfen oluşmasını “beklerken” diğerlerinin varlığını nasıl açıklayacak evrim teorisi?? [Not: Ayni şekilde, yerdeki bir canlının kanadı “tesadüfen” oluşup kuş olana “dek” gözünün, sindirim sisteminin, diğer organlarının tesadüfen oluştuğunu ‘varsayıvermek’ teoriye göre mümkün değil].
Genetik Kalıtım materyali DNA:
Yapısında sitozin, adenin, guanin ve timin diye adlandırılan dört baz ve bu bazlara bağlı bir seker grubu bulunan DNA çift sarmal yapıdadır, yani iki hat yan yanadır, (tipik bir merdiven gibi). Adenin ile timin birbirine bağlanır, guanin ile de sitozin (merdivenin basamakları gibi). Bütün canlı diye bilgimiz organizmalarda bu bileşenler bulunur.
Kesin olan bir nokta var ki DNA kendi kendine çoğalamaz. DNA polimeraz denen ve onun kopyasını yapan (ve kendisi de DNA’dan sentezlenen !!) bir protein kompleksine ihtiyaç duyar. Tabii, DNA kopyalanırken, bir taraftan da o hücrenin “Kimlik” bilgileri bir şekilde korunmalıdır. DNA’nın kopyasını yaparken hangi hattın ana kalıp, hangi hattın kopya olduğunu anlamak için sitozin bazında bir (metil grubu denen) bir küpe takılıdır. Bu küpe yeni kopyalanmış DNA’da bulunmaz. Böylece yeni kopyası yapılan DNA’nın önce yanlış olup olmadığı da özel olarak görevli “tamir” proteinleri tarafından kontrol edilir, gerekli görülen kısımlar tamir edilir, sonra onlara da bu “Kimlik” kodları takılır. Özetlersek DNA’nın yeni kopyası, hatalı kısımların tamiri ve hafıza ayarlarının yapılması için yüzden fazla protein iş görür. Dikkat edelim, bütün bunlar hücrenin hafızasını, yani önceden öğrendiklerini korumak için yapılır!! Ayrıca bütün bu işi yapan proteinler DNA’dan kopyalanır!! Kim kime bağımlı oldu, hangisi daha önce var oldu da kendine has olan var olma olayını başkasına bağımlı hale getirdi?
DNA’nın kopyalanmasından sonraki basamak da DNA’nın paketlenmesidir. Hücre içinde bulunan DNA aslında çok büyüktür (bir insan DNA’sı yaklaşık 2 metre kadar uzunlukta). Ne var ki bütün bu DNA’lar gözle göremeyeceğimiz küçüklükte (yaklaşık 10 mikro metre, 1 metrenin yüz binde biri kadar uzunlukta) bir çekirdekte paketlenerek sığdırılır. Bu paketleme hücre tipine ve organa göre farklılık gösterir, ki ona göre o hücre veya organa gerekli olan genlerden RNA ve protein sentezi yapılır. Hücre için özel olan genlerin sentezlenip diğerlerinin yanlışlıkla sentezlenmemesi için ilk olarak DNA’daki sitozine küpe takılır, sonra bu DNA proteinlerle özel paketlenir ve en sonunda o paketleyen proteinler de ayrı birer küpeler takarak özel bir koruma sağlarlar. Özetlersek, bir hücrenin “Kimliği”, veya “Hafızası” en az üç seviyede korunma altına alınır. Bu işlemlerin hepsi kasıt ve çok kapsamlı bilgi gerektiren işlemler, nasıl iradesiz, şuursuz, ‘rastgele’ değişen çevre şartları ve hücre için oluveren ‘rastlantılar’ sorumlu olabilir? “Evrimde bir amaç yoktur, rastgele değişimler, birikerek bu hale geldi, çevresel faktörler (evrimsel güçler) ile bu hale gelmiştir” diyebilen kişinin bu “Hafızayı” koruma mekanizmalarını “rastgele olaylar” ile açıklamasını beklerim. Ve daha önemlisi, bu hücresel bileşenlerden hangisi, DNA mı, proteinler mi, yoksa onlara takılan küçük hafıza küpeleri mi bilerek bir şeyleri ayarlıyorlar. Tamamen birbirinin varlığına muhtaç olan hangi madde olabilecek muhtemel olaylara göre diğerlerini etkileyebilir? Ortadaki deliller ve mantığa aykırı olan bu teorinin bir de kendi içinde çelişkisi var: Eğer evrimin iddia ettiğine göre bir hücre gelişen çevre şartlarına göre ne olur ne olmaz değişmek zorunda kalabiliyorsa bu kadar kimlik veya hafıza bilgilerini korumak için yüzlerce protein, ve yüzlerce reaksiyon, ve o kadar da enerjiyi sarf etmesi çelişki değil mi?
DNA’ya özel bir diğer ilginç bilgi de kök hücre ile ilişkilidir. Kök hücrelerdeki DNA’da bulunan sitozinler her türe özel bir programlamaya sahiptir. Bir insanın kök hücresinin DNA’sında olan bu özel sitozin programlanması, bir farenin kök hücresiyle ayni değildir. Hatta insan kök hücresi birçok kendine has özellik gösterir. Evrimsel olarak basamak basamak ilerliyorsak, ve her aşamada bir sonrası için temel hazırlıyorsak, nasıl oluyor da bir insanın kök hücre programlanması bir fareden bu kadar farklılık gösterebiliyor? Bir insanın bu kadar özel olmasına gerek yok ki. İnsan o kadar özel ise, neden insan DNA’sında hayatını sınırlayıcı özellikler var? Ben bu kadar zahmet çekip evrim geçirsem neden ölmek isteyeyim ki? “Evrimsel sınırlar var”, veya “evrimsel mecburiyetler” diye uyduruk/saçma laflarla (saçma açıklamalarla) bu durum çözülemez. Ben neden bir ağacın, veya kaplumbağanın yüzyıllar boyunca yaşayabilmek için bulduğu çözümü kendimde kullanamıyorum? Teorik olarak insan bitkilerden veya kaplumbağadan milyonlarca yıl sonra evrimleştiğine göre, neden bir ağacın veya kaplumbağanın bulduğu uzun yaşam sırlarını kendimde kullanmadım da daha kompleks, çok daha ileri safhada yaşayan ama doğar doğmaz ölme programı başlayan bir organizma oldum? Evrim belli bir amacı gütmüyor diyorsak bu kadar anlattığımız özel yapılar, ve programlar nasıl açıklanacak?...
Her bir proteinin kodlama bölgesi DNA’da bir gen olarak adlandırılır. Bir gen içinde de protein için gerekli kalıp bölgeleri olan exon’lar ve onları birbirinden ayıran intronlar bulunur. Bir örnek verelim. Yüz tane amino asitten oluşan bir “ABCD” protein için 300 baz içeren bir RNA yani DNA barkodu gerekir. Ancak, “ABCD” geni 10000 baz içerir. Bunun nedeni eksonlar arasındaki intronlardir. Aslında proteinin yapısına girmeyen bu parçalar ne işe yarar? Bir proteinin yapısına girmeyen bir madde için neden bu kadar vakit, enerji ve hammadde kullanılıyor? Uzun bir sure modern bilim bu kısımlara gereksiz veya çöp olarak baktı. Hatta evrimsel süreçte DNA’da birikmiş fazlalıklar olduğu iddia edildi. Fakat son yıllarda bu intron denen kısımların aslında çok önemli düzenleyici görevleri olduğu bulunmaya başladı, ve hatta sırf bu alanlarda çalışılan yeni araştırma alanları son zamanlarda moleküler biyolojide en popüler konulardan biridir. “Bilim mutlaka bunu da açıklayacak bir gün” diye sürekli bize satılan bir anlayış var. Halbuki araştırmalar ilerledikçe “rastlantı”nın ve “tabiat”ın (kendi kendiliğine oluşmanın) kesinlikle açıklama olamayacağı yeniden tasdik ediliyor. Bu yüzden bir biyolog olarak ben, daha önce sebebi bilinmeyen her bir olayda “Bilim bu olayın rastgele olamayacağını, boşu boşuna olamayacağını mutlaka itiraf edip açıklayacak” diyorum. Şartlanmamış ve kariyer sevdası olmayan bir bilim adamı olarak bakınca, varlık aleminde abes veya boşa yapılmış bir iş olmayacağı bilinciyle yıllardır bu olayları gözlemliyor, ve her yeni bulguda Alim ve Hakim bir Yaratıcının varlığının daha bir teyit edildiğini görüyor, Elhamdülillah diyorum. DNA’nın aslında çöplük gibi evrimleştikçe birçok şeyi biriktirdiği masalı -ki başından beri çürük bir iddia idi- ama artık çok net olarak geçerliliğini yitiriyor, yeter ki biraz hür/uyanık/sorgulayan gözle bakabilelim. Bunun gibi her konuda bir yaratıcıya gerek olmadan ve rastgelelik üzerinden olayları anlatmaya çalışan her alanda siz sorguladıkça ve araştırdıkça zaten bariz olan gerçekler daha da net ortaya çıkacak.
Hayat demişken ölümden de bahsetmemek olmaz. DNA’nın öyle bir mekanizması var ki, bir hücre bölündükçe yaşlanıyor. Belli bir sayıda hücre bölünmesinden sonra o hücre ölür. Bir başka deyişle, bir insan doğumundan itibaren yaşlanmaya başlar. Bir taraftan büyüyoruz, diğer taraftan bütün hücrelerimizde bir zaman ayarı bizi yaşlandırıyor. Üstelik bu bizim DNA’mızda kodlanmış. Bu zaman ayarlı ölüm mekanizması, insan kromozomlarının en uç kısımları olan telomer diye adlandırılan bölgelerdir. Bu telomerler her hücre bölünmesi ile biraz kısalır. Aslında DNA da “telomeraz” denen ve bu kısalan telomerleri tekrar uzatan bir protein de vardır. Ancak yaş ilerledikçe bu protein aktivitesini kaybeder. Yaşlılığı önlemek için bu protein tekrar aktifleştirmeye çalışıldığında kansere neden olur, yine belki daha erken ölüme yol açar. Bir anlamda sanki DNA kendi kendine bir yaşam sınırı koymuş. DNA bir taraftan çoğalmak için proteinlere muhtaç, bir taraftan da buna da bir zaman ayarı konulmuş. Nasıl böyle bir ayarlama olabilir tesadüfen? mümkün değil. Evrimsel süreçte sürekli biraz daha ileri gitmek için milyarlaca yıl uğraşıp, bir de tutup hayati sınırlayacak bir mekanizma koymak çok saçma. Hangi evrimsel mekanizma ölümü açıklayabilir? Evrimsel her olay bir mücadele, yaşam savaşı gibi yansıtılıyorken, niye böyle programlı ölüm var o zaman? Teori hem temelsiz, hem tüm bulgulara aykırı, hem de iç tutarsızlığının haddi hesabi yok.
DNA’dan mesaj taşıyan RNA:
Ribonükleik asit yapısında urasil denen bir baz DNA’daki timin’in yerine kullanılır. En çok bilinenler ribozomal RNA’lar, mesajcı RNA’lar ve taşıyıcı RNA’lardır. Ne ilginçtir ki DNA’dan protein üretmek için, bir taraftan o proteine özgü mesajcı RNA’nın kopyalanması gerekirken, diğer yandan ribozomal RNA denen fabrikalara ve onlara malzeme olan amino asitleri taşıyan taşıyıcı RNA’lara ihtiyaç var. Ne kadar da iç içe geçmiş bir birbirine bağımlı olma durumu!! (Bu arada DNA’dan bu RNA’ları kopyalayan mekanizmanın da onlarca proteinden oluşan bir grup tarafından olduğunu da tekrar hatırlatalım). Protein sentezi için gerekli olan amino asitlere de sonra değineceğim.
Mesajcı RNA’ların çok ilginç bir özellikleri var. DNA’nın sadece gerekli olan gene özel olan bir kısmını kopyalar. Daha önce belirttiğim gibi bir gende hem ekson hem de intron bulunur. RNA sentezlenirken ilk önce bütün gen sentezlenir ve buna ara-form-RNA denir. Daha sonra eksonları bir araya getiren protein grubu ile intronlar kesilip atılır, yani bir yerde boşuna sentezlenmiş gibi olurlar.
Halbuki ne gerek var? Neden sadece protein için gerekli kısımlar olan eksonlar sentezlenmiyor? Biraz abesle meşgul olmak hücrede boşuna enerji harcamak gibi gelmiyor mu? Uzunca bir sure bu olayın da evrimsel süreçte hala bir gelişme aşamasında olduğu masalını dinledim. Halbuki yine son yıllarda bu protein sentezi için gerekli olmayan intronların hem DNA hem de protein sentezi üzerinde çok önemli görevlere sahip oldukları bulunmaya başladı. Değişik eskon kombinasyonları yapılarak değişik organlarda bir proteinin değişik çeşitleri olur. Acaba kim bu kombinasyonları biliyor da karaciğer ile beyin aynı proteinin farklı çeşitlerine sahip oluyor. DNA bütün hücrelerde aynı, RNA desen DNA ya bağımlı. Kimi sorumlu tutabiliriz? Her biri bir makinanın parçası olarak çalışıyor, ama makinanın sahibi, kurucusu ortada yok. Bu oldukça karmaşık düzen, çok geniş ve derin bilginin varlığını gösteriyor. Bu bilginin kaynağı nasıl bilgisiz kör maddeler ve tesadüf rüzgârı olur? Böyle saçma bir masala/efsaneye bilimsel teori nasıl denebilir? Bu çok ince ayarlar ve planlar net bir şekilde sınırsız bir ilim, irade ve kudret kaynağını gösteriyor. Bilimsel olarak bir yaratıcıdan bahsetmek istemeyen varsa, en azından dürüstlük gösterip “tesadüfen olamaz ama daha ötesinden konuşmak istemiyoruz” diye itiraf edip bıraksın. Yok, yine de, evrim masalını ‘bilimsel’ diye kamuflaj ederse, biz yutmayalım bari.
Diğer bir ilginç konu da her proteinin kendisi için gerekli olan yerde sentezlenmesidir, Yine sinir hücresini örnek verecek olursak, sinir hücrelerini birbirine bağlandığı kısma “sinaps” deniyor. Bir sinaps proteini sentezlenmek için mRNA sinaps için özgü küçük paketlerde sentezleniyor, ve oraya taşınıyor. Henüz bu yüksek bir ilim ve planla yapılan işler konusunda nerdeyse hiçbir detay bilmiyoruz. Umarım yakında araştırıp daha açık bir delil ile şahit olacağız yaratıcının eşsiz sanatına.
Her biri birbirine bağlı olan bu maddeler nasıl oluyorsa mükemmel bir şekilde çalışıyorlar. Her biri kendi işini sanki bir emir almışçasına yerine getiriyor. “Allah bu yaratır, kardeşim” deyip geçmemek lazım, çünkü “O” her şeyi bir gerçeklik/mantıki tutarlılık üzerine yarattığını söylüyor (6:73; 10:5; 14:19; 15:85; 16:3; 29:44; 30:8; 39:5; 44:39; 45:22; 46:3; 64:3). Kuran bana diyor gez dolaş dünyayı, şu her daim olan olayların başından sonuna bir bak, kim nasıl yapıyor bir düşün!! (29/20: De ki: “Yeryüzünü dolaşın ve Allah'ın [insanı] nasıl [harikulade bir şekilde] yoktan var ettiğini görün!.. ) (19/67: “İnsan düşünmez mi ki, daha önce o hiçbir şey olmadığı halde biz kendisini yaratmışızdır?”)
Gerçekten bakınca diyebiliyorum bir proteini yapmak için hiçbir hayatı olmayan ve basit birkaç çeşit atomdan öyle bir makine ile bir iş yapıyor ki hayret etmemek elde değil. Üstelik her an binlerce protein sentezlenmesi gerek, bu da binlerce RNA sentezlenmesi ve o kadar DNA açılıp paketlenmesi demek, ve bunların hepsi birbirine o kadar bağımlı ki hiçbirini diğerlerinden ayıramazsınız. Bu tek bir hücrede olan olay, bir de birçok farklı dokuda ve organda, o bulunduğu organa özel bir ayarlama olması gerekiyor ki, eğer bütün bunları bir yapan yoksa kendi kendine olabiliyor demek kadar saçma bir düşünce olamaz.
Hücrenin makineleri olan Proteinler:
Bir hücrede çalışan makineler diyebiliriz proteinler için. Neredeyse hücre içinde olan her olay proteinler tarafından gerçekleştirilir. Bir hücrede en temel enerji kaynağı olan şeker (glikoz olarak bilinir) proteinler ile hücre içine alınır, ve enzimler diye adlandırılan proteinler ile enerji kaynağı olan ATP haline dönüştürülür. Hücrede olan neredeyse her enerji gerektiren reaksiyon ATP kullanır, yani proteinlere muhtaçtır. Daha önce belirttiğimiz DNA’nın yeni kopyasının yapılması, onun paketlenmesi, özel işaretlenmesi, DNA’dan RNA kopyalanması hepsi birden ATP’ye ihtiyaç duyar. Ama hani proteinler DNA olmadan oluşamazdı? Neden ve nasıl şimdi her şeyin temeli diye anlatılan genetik materyal kendi ürünü olan proteine ihtiyaç duyuyor? Üstelik hem proteinler hem de DNA hücre dışından gelecek şeker molekülüne ihtiyaç duyuyor. Ne kadar da kendi kendini kıskaca almış bu DNA. Kontrolden çıkmasın diye birçok yönden kontrol altında tutuluyor. Hadi çevre şartları değişirse? Ne olacak o zaman? Evet doğru ya güya evrimsel süreçte yeterli zaman (milyonlarca yıl) geçerse yeni şartlara uyum sağlayan bir canlı tesadüfen oluşur. Ne ilginçtir ki dünyadaki bütün canlılar ayni enerji üretme mekanizmasını, ve ayni genetik materyal olan DNA’yı, ve ayni DNA kopyalama mekanizmalarını kullanıyorlar. Bu kadar tesadüfi olaylar sonucu nasıl da böyle ayni düzeni tutturmuş? Veya Neden hiçbirinin “aklına” evrimsel süreçte başka bir mekanizma gelmemiş?
Konumuz proteinler iken onların yapı taşları olan amino asitlerden bahsetmeden olmaz. İnsan vücudu her amino asiti üretemez!! Bunlara en temel “essential” amino asitler denir ve bunları besinlerle almak zorundayız. Afrika gibi bazı ülkelerde görülen besin yetmezliği bu nedenle çok önemli, çünkü gerekli proteinler sentezlenemiyor. Çocuklar gelişemiyor, hasta olan iyileşemiyor (Bu olayın insani boyutuna hiç değinmiyorum). Neden böyle bir besinlere bağımlı evrimleşme geçirdi insanlar? Evrimin en temel mekanizmalarından birisi türler arası rekabet ise, neden bu kadar bağımlıyım ben başka canlılara? En temel ihtiyacım olan oksijen için bile denizlerdeki oksijen üreten tek hücreli canlılara ve karadaki ağaçlara muhtacım. Ne garip iç içe örülmüş birbirine bağımlı olma hali. Bu yüzdendir ki öyle kendi başına tesadüflerle bir tek canlı bile oluşamaz. Eş zamanlı ve eş durumlu ince ayarlı sayısız hareketler ve oluşumlar aynı anda ve aynı mekanda lazım, bu da rastgelelerle hiç bağdaşmaz. “Co-evolve veya Beraber evrimleşme” diye kimsenin bilmediği anlamadığı boş laf atarak bu evrim masalını çökerten gerçekleri geçiştirmek olmaz!
Proteinler sentezlenince hemen çalışmazlar. Birçok protein değişik maddelerden küpeler takarak aktif olur ve aktivitesi durur. Mesela birçok protein “fosfat” denen ve ATP’nin yıkılmasından elde edilen bir molekülle aktif olur ve çalışmaya başlar. Ama ATP’nin sentezlenmesi için proteinlere gerek yok mu? Evet, hem de o şekerin hücreye girmesi için bile ATP gerekli. Kim kimden mesul, hangisi önce evrimleşti? Önceden evrimleşen neden kendini diğerine bağımlı hale getirdi?
Hücre dışında görev olan “membran proteinleri” denen proteinler Glikoz gibi birçok şekerden oluşan taçlar takarlar. Ne garip, o şekerin hücreye girip o proteine takılması için de yine başka proteinler gerekiyor. En çok bilinen diyebileceğim kanda oksijen taşıyan hemoglobin merkezinde “demir” molekülü olmadan çalışamaz. Demir molekülünü biz dışarıdan almak zorundayız. Hangi molekül, veya hangi hücre bu kadar planlamayı yapmış olabilir. Her biri kendine verilen görevi yapan organ böyle kapsamlı bir planlamaya gitmiş olabilir diye düşünmek gerekir. Düşündükçe ne kadar da muhtaç, ne kadar da çevremizle beraber yönetildiğimiz ayarlandığımız görülüyor. Bu kadar sistem içindeki bireylerin birbirine bağımlı olması ancak sistemi bilen ve dışarıdan idare eden bir kaynağa işaret ettiğini anlamamak elde değil.
Sonuç olarak araştırdıkça göreceğiz ki hiçbir canlı ve o canlı içinde oluşan hiçbir reaksiyon kendi kendine meydana gelemez ve gelemeyeceğini her daim göreceğiz. O zaman rahatlıkla ikna olur ve iman ederiz. “Canlılar evrimle değil (La ilahe) Emir’le (İllallah) var olur”.
Bu sonuç bana Kur’an’da geçen Musa ve Firavun’un sihirbazları kıssasını hatırlattı: Musa’nın mesajının mucizevi açıklamaları karşısında, sihirbazlar hiçbir delil bulamayınca teslim olup Allah’a secde ettiler. Firavun’un ölüm tehdidi onları vaz geçiremedi. Şimdi de yakın bir zamanda “bilimsellik” adına uydurulan sihir bozulacak ve gerçekçi bilim adamları yaratılıştaki Allah’ın emriyle gerçekleşen olayları Allah’a teslim edip secde edecekler. İstikbal, hür, gerçekçi, görevinden atılıp aç kalacağı korkusu taşımayan gerçekler karşısında secde etmeye hazır olan genç, dinamik, çalışkan bilim adamlarını bekliyor. Yakında artık birileri çıkacak ve “Kral çıplak!” diye haykıracak! İstikbal, her söylediği her gün daha bir hak olduğu ortaya çıkan Kur’an’ındır!!
Evrim nedir ki bu kadar tartışma konusu olabiliyor? Evrim en basit anlamda canlıların ilk oluştuğu bir hücreli organizma halinden bugünkü bildiğimiz bitkiler, hayvanlar ve insan gibi canlılara nasıl dönüşebilmiş olduğunu açıklamaya çalışan bir teori, yani varsayımlar (Bilimde bir teori demek ne olduğunu aslında bilmediğimiz bir konu hakkında yapılan varsayımlardır. Bilimsel bir teorinin ispatlanmış bir gerçek olduğu yanılgısına kapılmamalı). Evrim, evren cinsinden olmayan bir etki olmadan (yani gözlemleyebildiğimiz evren dışından bilinçli tercih yapan bir yaratıcı olmadan) canlıların değişmesi ve yeni organizmaların oluşması gibi olayları bir kapalı sistem (ekosistem) içinde açıklamaya çalışır. Gerekli şartlar oluştuğunda bir canlının bulunduğu çevre koşullarına daha iyi ayak uydurabilmek için değişeceğini, hatta yeni bir canlı türü oluşabileceğini iddia eder. Peki bu iddia beni neden ilgilendirir? Çünkü evrim teorisi, bilinçli tercihler yaparak bu evrene belli bir düzen içinde varlık veren bir yaratıcı olması gereği sonucuna ulaşan mantıki kavrayış ile çelişir. Yani diğer bir deyişle, evrim bir yaratıcıyı reddeder.
Insanlar yaptıkları gözlem ve vardıkları sonuca göre mantık muhakemesiyle bilinçli bir yaratıcının var olması gerektiğine inanabilir (iman eder). Biz insanlara düşen en önemli sorumluluk, hayatin ne demek olduğunu, hayatın yapıtaşları olan amino asitler, nükleik asitler, ve hatta su gibi moleküllerin nasıl olup da bir araya gelip bir “canlı” organizmayı oluşturabildiğini araştırmak düşünmek/anlamak olmalıdır. Hal böyle iken, kendini bir yaratıcıya inanan olarak tanımlayanlardan bazıları asıl araştırmaları/düşünmeleri gereken aşamayı atlayıp çok büyük bir metodolojik hataya düşebiliyor. “Canlılık” veya “Hayat” kavramını hiç düşünmeden (veya “olmuş bir kere” diyerek geçiştirip), bakteri gibi tek hücreli bir canlının dahi nasıl var olduğunu açıklayamayan evrim teorisinin rehberliğinde, türlerin kökeni, türler arası ilişkiler ve insanın hangi canlıdan türediği gibi konularla muhatap oluyor. Bu araştırdığı konulara belki başlangıçta bir yaratıcı inancı çerçevesinde çözüm ararken de sadece “evrimsel” anlayışı kabul eden çalışmaları okuyabiliyor. Neden? Çünkü, akademik yayınlarda evrimi bilimsel kanıtlarla eleştirmek hala tabudur ve yayınlanamaz. Kimlerin hangi yetki ile koydukları bilinmeyen bu sansür yüzündendir ki “yayınlanan her bilimsel makale bu teoriye destek çıkıyor” sanılır. Kendini inanan olarak tanımlayanlar bir anda bu kadar dayatma bilgiye karşın imani bir düşünce yapısı geliştiremiyor. Bunun en önemli sebeplerinden birisi de, bir yaratıcı olmasının zorunluluğunu gerektiren delillere dayanmayan bir iman ile, içinde doğup büyüdüğü kültürün etkisiyle inandığını zannetmektir diye düşünüyorum. “Çağın gerisinde kalmış Müslümanlar zannına karşın modern bilimsel gerçekler” ikileminden kurtulmak için İslam’ı “modernize” edip bilimsel gerçeklere karşı gelmediğini göstermek niyetiyle evrimi dinsel terimlerle aklama çabasına yönelik çalışmalar yapıyorlar. Sonunda “İslam evrimi kabul ediyor!”, veya “Zaten basamak basamak yaratılış var, türler birinden türeyebilir ve bu da evrimle aynı şey demektir!! Yani İslam evrimle çelişmez” gibi çok yanlış yorumlar ortaya atıyor (büyük bir yanlışa düşüyor.) Halbuki, türlerin birbirini etkileyebilmesi demek bir yaratıcıya ihtiyaç olmadan sistem kendi içinde işliyor demektir. Bu sonuç, sürekli yenilenen varlıkların kendi kendilerini değiştirdiği anlamına gelir (ki bu da o varlıklarda bir yenileme gücü, ilmi, iradesi vb özelliklerin var olmasını zorunlu kılar). Halbuki böylesi özellikleri varlıkların kendilerinde görmek veya göstermek mümkün değildir. (Kuran’ın önerdiği yaratıcı Allah inancı olan Tevhid anlayışı da budur. Tevhid anlayışı makul olduğu ve bu teori ispatlanamaz olduğu için evrim teorisi reddedilmelidir.) Bu yazıda, inandığını söyleyen bilim adamları arasında evrim teorisine yaklaşırken kullanılan metodolojik kayma ve mantıksal problemleri kısaca ele alacağım.
Tarihsel verilerin, fosil kalıntılarının doğruluğunu veya yanlışlığını ispata çalışarak evrim gibi konulara bir açıklama getirilmeye çalışmak tamamen işin özünü kaçırmak olur. Asıl sormamız gereken sorular “Hayat nedir?” “Canlı olmak ne demektir?” “Var olmak ne demek?” “Bir canlı kendi kendine veya çevre etkisiyle var olabilir mi?” gibi varoluşun temellerini sorgulayan sorular sorulmalı. Evrim teorisi “Varlık ve hayat bir kere ortaya çıkmış, nasıl çıktığı çok da önemli değil şimdi, benim asıl meselem türlerin değişimi” diyerek asıl sorulması gereken soruları es geçiyor. Veya “Bir yaratıcı ilk canlıları yaratmış olabilir, ama sistem kendi kendine işliyor ve canlılar bulundukları ekosistemde hem çevreden etkileniyor, hem de birbirlerini sürekli etkiliyorlar, ve bu da bir canlıda değişimleri zorluyor, çevresine gittikçe daha uygun yeni özellikler böyle kazanıyor ve gittikçe daha iyi ve gelişmiş türler ortaya çıkıveriyor” diyerek bir yaratıcıya inanan insanları da tuzağa düşürüyorlar. Özellikle “Her şeyi Allah yarattı” diyen bir inanan dahi “Allah bir zaman önce yaratmış, artık evrende ve dolayısıyla dünyada sistem kendi kendine işliyor. Allah sisteme, yani hiçbir şeye karışmıyor ve karışmayacak” gibi bir algı oluşturuyor. Böylesi tuzaklara düşmemek için, bizi doğru sonuçları bulmaya götürecek şekilde sorular sormamız gerekiyor.
Bilimsel diye yutturulan veya dayatılan bu teorinin böyle çürük olduğunu gördüğüm için, bir biyolog olarak “evrim teorisini İslamlaştırmak” diye bir uğraşa girme ihtiyacı hiç hissetmiyorum. Onun yerine Kuranin ışığında ilerlemeyi tercih ediyorum. Kuran bana beni yaratandan izinsiz bir yaprak bile kıpırdamadığını (6:59), veya O’nun yaratma yönteminde hiçbir değişiklik bulamayacağımı (48:23) ve bana kendisinin nasıl yaratmaya başladığını gözlemem gerektiğini (29:20) belirtiyor. Beni yaratan, bana sürekli sorgulamamı, araştırmamı, soyluyor. O zaman araştıralım… Bu ve benzeri iddialarda bulunan ayetlerin doğruluğunu nasıl sorgulayacağım? Benim kriterlerim ne olmalı o zaman? En önemli kriterim “Kur’an bana ve benim şu anki halime konuşuyor, ve bana bilmediklerimi anlatıyor”. Yani Kur’an bana zaten bildiğim şeyleri anlatmaması, veya tarihten hikayeler anlatmaması gerekiyor. Bir örnek ile belirteyim. Kur’an, “Biz insani bir balçığın özünden yaratıyoruz. Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe haline getiririz, sonra nutfeyi alaka yaparız…” (23:12-14)” diyerek, ana rahminde hangi aşamalarla insanın yaratılıyor olduğundan bahsediyor. İyi de benim bilmediğim neyi anlatıyor? Ben şimdi birçok kaynaktan bu olayın teknik detaylarına ilişkin çok daha ayrıntılı bilgi alabilirim. O halde beni yaratan, bana rahimdeki gelişme basamaklarını anlatmıyor, Kuran aracılığıyla bana “her bir aşamayı BEN yaratırım !!” diyor, “kendi kendine oluyor, tesadüfen oluyor, veya kendi kendine (bir programlanma otomatik) isliyor zannetme!!”. “En ince detayına kadar araştır bak bakalım bir canlının ana rahminde gelişmesinde kendi kendine olabilecek olan en küçük bir mekanizma, bir reaksiyon bulabilecek misin?”.
Beni yaratan bana sürekli düşünmeyi, sorgulamayı öneriyor “Git araştır sorgula, bak bakalım kendi kendine olan herhangi bir şey bulabilecek misin? “Tekrar tekrar bak, araştır, fakat bulamayacaksın” (67:3) diye iddia ediyor. Bu iddiaları doğrulamak benim görevim. Bu noktada “Allah zaten her şeyi yarattı, o söylüyorsa doğrudur, sorgulamak gereksiz” diye taklitçi sonuç odaklı bir iddianın çok yanlış ve zarar verici olduğunu da belirtmek isterim. Bir şeyin Allah tarafından yaratıldığı benim araştırmalarımın ancak sonucu olmalıdır (“İllallah”). Halbuki ilk önce araştırdığım konudaki hiçbir materyalin diğerlerinin varlık kaynağı olamayacağını (“La ilahe”) tasdik etmem gerekir. Bir örnekle düşünelim: Evde oturmaktan bunaldınız ve ormanda yürüyüşe çıktınız. Ağaçlar, bir yerlere dökülmüş yapraklar, yerde otlar, kenarda küçük bir gölet olmuş su var. Kuşlar, böcekler falan da gördünüz. “Bunların hepsini Allah yarattı” demek Kuran’ın metoduna aykırı bir yaklaşım olur. Halbuki bana düşen ilk önce “La ilahe” yani bu ekosistemdeki her bir parçacığın diğerlerinin varlık kaynağı olup olamayacağını araştırmak, ve eğer hiçbirinde bu tür bir kabiliyet yoksa “İllallah” yani bunları hepsini bir arada ahenkle yapan Sınırsız İlim, Hikmet, Kudret sahibi biri olması lazım, -ki ona Kuran “Allah” diyor-, diyebilmektir. İlk önce varlığın nasıl oldu da var olduğunu açıklamak gerekir. Fakat konumuz gereği hayati açıklayabilmek, hayatta olabilmeyi açıklayabilmek üzerinde yoğunlaşacağız. Bir hücrenin kendi kendine olamayacağına kanaat getirince çok daha kompleks organizmaların kendi kendine, veya çevresel güçlerin etkisiyle olamayacağını anlamak/iman etmek çok daha kolay olacaktır. O zaman rahatça su sonuca varabiliriz (iman ederiz) “Canlılar evrimle değil de Yaratıcının hayatı var etmeyi dilemesiyle, yani Onun Emriyle var olur”.
Hayat veya Canlılık nedir?
Hayati tanımlamak derin bir meseledir ancak bu kısa yazıda yüzeysel olarak tanımlarsak, Herhangi bir madde çevresiyle etkileşime girebiliyor, dışarıdan gelen uyarılara tepki verebiliyor, büyüyor ve çoğalabiliyor ise canlı diyebiliriz. Canlılığın en küçük birimi ise hücredir. Bir hücre, hücre zarı ile çevrilen, çekirdek, mitokondri, endoplazmik reticulum gibi belli başlı yapılardan oluşur. Canlılığın en temel taşı ne olabilir diye düşünürsek muhtemelen DNA (Deoksiribonükleik asit) denen ve çekirdekte bulunan, bütün canlılığa dair bilgileri saklayan kalıtım materyali diyebiliriz. DNA’dan RNA (Ribonükleik asit) sentezlenir, ondan da proteinler sentezlenir. Bu proteinler hücre içi veya dışında etkileşimlere girerler. Aslında bu anlatılanların bu kadar da kesin çizgilerle ayrılamaz olduğunu ilerleyen bölümlerde göreceğiz.
DNA’nın kalıtım materyali olarak kalabilmesi için proteinlere ve RNA’ya ihtiyaç vardır. Yani DNA kendi kendini kopyalayabilmek ve programlayabilmek için kendi ürünlerine ihtiyaç duyar. Mantık olarak biraz ters veya karmaşık geliyor mu? Hayattaki en temel yapı taşı olan DNA nasıl oluyor da kendi ürünü olan RNA veya proteinlere ihtiyaç duyuyor? Bazıları en temel yapı taşının RNA veya protein olduğunu iddia ediyor olsa da yine ayni sorun karşımıza çıkar. RNA sentezlenmesi için protein gerekir, ve her ikisinin sentezlenmesi için de DNA’da kodlanmış kalıpları (genleri) olması gerekir. Bu karmaşıklık aslında her birinin birbirine bağımlı olduğunu gösteriyor, ki hücrenin kendi kendine olamayacağının göstergesidir. Sistem içindeki bütün bireyler birbirine ihtiyaç duyduğuna göre, bu sistemin dışında bir yapıcı olması gerektiğinin işaretidir. (Bir hücreyi parçacıklardan oluşan bir duvara benzetirsek, bu duvarı oluşturan tuğlalar kendi kendilerine duvarı örmüş olamazlar, tuğlalarda böyle bir işlemi gerçekleştirecek özellikler görülemez; bir bilinçli tercih yapan usta o tuğlaları yerleştirmiş olması mantıken ulaşması gereken zorunlu sonuçtur.)
Tabii burada nükleik asitler nasıl olur da oluşmuştur, o konuya hiç değinmedim bile. Genel bilimsel/evrimsel inanışa göre evren ilk oluştuğunda öyle bir ortam vardı ki gerekli olan karbon, azot, hidrojen, fosfat ve oksijen öyle bir şekilde bir araya geldi ki bir “tesadüf eseri” bugünkü bildiğimiz nükleik asitler oluştu. Ve bu nükleik asitler öylesine bir araya gelerek canlılığın ilk temel taşı olan DNA veya RNA’yı “tesadüfen” oluşturdular. Bu “rastgele” olaylar “Milyarlarca yıl “rastgele” meydana gelerek!!” sonunda anlamlı bir DNA dizisi oldu ve ilk basit canlı böyle oluşmuş olmalı !! (ne de olsa milyarlarca yıl geçti. Masal veya efsane gibi değil mi? Hayır bu “rastgeleler” bilimsel gerçekler olarak anlatılmaktadır(!) Lütfen gülmeyin, daha bilimsel neler var!). Bu mantığa sığmayan ve hiçbir delili olmayan efsaneye inanmak zorunda bırakılıyoruz, çünkü karşı bir alternatif kesinlikle bilimsel kabul edilmiyor.
Not: Halktan bir çok kişi “bilimsel” terimini “gözle görülen kanıtlara dayalı” diye anlarken, aslında modern bilimsellik tanımında başka bir prensip daha var: “bilimde doğal olmayan hiçbir şeyden bahsedilemez” (‘methodological naturalism’). Peki ya kanıt ile bu prensip arasında bir çatışma olursa? Deliller, kanıtlar, doğanın kendi kendine var olamayacağını, dolayısıyla doğa ötesi bir yaratıcının olması gerektiğine işaret ederse ne gibi bir mantıksal çıkarımda bulunacağız? Delillere rağmen “doğal” olduğunu iddia eden bir açıklamada ısrar etmek mi bilimsellik? İtiraz edenler olsa da, şu anki hâkim ‘bilimsellik’ anlayışına göre maalesef cevap budur. Bundan dolayıdır ki, gözümüzle gördüğümüz müthiş düzenli ve maksatlı DNA’dan, hücreden, sayısız olaydan yola çıkarak ‘her şeyi bilen, gücü yeten ve kasteden bir yaratıcı olması lazım’ çıkarımı mantıklı olduğu ve kanıta dayalı olduğu halde ‘bilimsel olamaz’ diye baştan eleniyor. Geriye ‘tesadüfen evrimleşmiş’ tezi kalıyor, yani “evrim” elimizdeki en iyi bilimsel açıklama gibi gösteriliyor! Yaratıcı fikrini önyargı ile reddedince, tesadüfen evrimleştik diye kabul etmeye zorlanıyoruz.
Çok önemli gördüğüm bir noktayı burada belirteyim. Canlılığın en önemli özelliklerinden biri dışarıdan yapılan bir etkiye tepki vermeleridir. Yani, bir hücre içinde olan her olay dışarıdan gelen bir uyarıya cevap olarak meydana gelir. Bir diğer tanımla “hücrede kendi kendine hiçbir reaksiyon başlamaz!!”. Yine bununla alakalı çok önemli bir diğer nokta da hücrede “Kimlik” veya “hafıza!” olayıdır. Her bir hücrenin DNA’sında o hücrenin ne olduğu hafızada, yani kayıtta tutulur. Hücre bölünse de bu hafızayı kullanarak yine ayni tip hücre oluşturulur. Yani bir hücre kendi kendine “ben daha kompleks bir yapı haline gelmeliyim, bulunduğum çevre onu gerektiriyor” gibi bir karar vermez, veremez. Yani ileriye yönelik bir adim atmak, evrimsel olarak ilerlemek bir canlının yapısında yoktur!! Hele bir de daha kompleks, daha çok enerji gerektiren, ve daha çok karmaşık düzenleme gerektiren bitkiler, hayvanlar, ve insan gibi bir karmaşıklığı tercih edecek hiçbir güç evrende yoktur!
Kök hücre denen her bir farklı hücre tipine dönüşebileceği bilinen bir hücre var. Kök hücrenin kimliğini koruyabilmesi için daha önce farklılaşmış besleyici hücreler ile çevrelenmesi gerektiğini biliyor muydunuz? Yani bu daha önce farklılaşmış hücrelerden yollanan birtakım uyarıcı faktörler gelmezse “Kök” hücre farklı hücrelere dönüşebilme özelliğini kaybeder. Gördünüz mü yine birbirine bağımlı olma durumunu? Bir örnek verelim. Bir kök hücrenin bir sinir hücresine dönüşmesi için, daha önce farklılaşmış başka hücrelerden ne yapması gerektiğine dair uyarılar, yani emirler alır. O zaman hangi hücre hangisinin kökeni oldu? İkisi de bir diğeri olmadan var olamaz. Bir düşünürümüzün dediği gibi “Kâinat içindeki maddeler arasındaki birbirine bağımlılık kâinat cinsinden olmayan bir yapıcı olması gerektiğine işaret ediyor”. Bu birbirine bağımlı olma, en küçük yapı taşları olan atomlar, DNA, RNA ve proteinlerden tutun, uzayda gezegenler, güneş ve diğer yıldızlar arasındaki ilişkiye kadar her seviyede bize kendini gösteriyor.
“Çevresel güçler” denen atmosfer, su, toprak, sıcaklık, veya etraftaki diğer canlıların bir canlıyı daha da kompleks olmaya yönelteceği kadar mantıksız bir düşünce olamaz. Çünkü bunlarda kasıt ve bilgi yok ki daha iyi bir şey planlasın ve ortaya koysun. Evrim teorisine göre, çevresel koşullar etkisi altında da olsa “rastgele” olaylar olması gerekiyor. “Rastgele” mutasyonlar, genlerin bir canlıdan diğerine geçişi gibi argümanlar, ve milyarlarca yıl süre eklenince sanki evrimsel bir ilerlemenin olması gerektiği gibi bir algı yaratılıyor. Bütün bunların olasılığını hesaplamaya hiçbir hesap makinesi yetmez. Kaç kez başarısız mutasyon veya değişim olmalı ki bir kere başarılı olsun!! Her bir canlıda en ufak bir değişiklik için milyonlarca, belki milyarlarca başarısız ‘deneme’, yani ölüm olması gerekirdi. Bu mantıkla, dünyada milyarlarca başarısız kalmış fosil bulmamız gerekirdi. Nasıl oluyor da sadece başarılı türlerle ilgili fosiller çıkıyor? İnsanın mantığını zorlayan olaylar çok doğal ve olması gerekenmiş gibi yutturuluyor. Bir de canlıların birbirine bağımlı oluşu gerçeğini hep hatırlayalım. Bir proteinin oluşması için neredeyse sonsuz ‘deneme’ yapıldığını varsaysak bile, bu denemeler olurken o canlıya lazım diğer elemanların oluşmuş olduğunu nasıl varsayacağız? DNA için RNA lazım, bu arada DNA kopyalanması ve paketlenmesi için protein lazım, hücre çeperi lazım, hücrede sindirim, onun için besin lazım, onun için bitki lazım vs. vs. DNA’nın yazılımının tesadüfen oluşmasını “beklerken” diğerlerinin varlığını nasıl açıklayacak evrim teorisi?? [Not: Ayni şekilde, yerdeki bir canlının kanadı “tesadüfen” oluşup kuş olana “dek” gözünün, sindirim sisteminin, diğer organlarının tesadüfen oluştuğunu ‘varsayıvermek’ teoriye göre mümkün değil].
Genetik Kalıtım materyali DNA:
Yapısında sitozin, adenin, guanin ve timin diye adlandırılan dört baz ve bu bazlara bağlı bir seker grubu bulunan DNA çift sarmal yapıdadır, yani iki hat yan yanadır, (tipik bir merdiven gibi). Adenin ile timin birbirine bağlanır, guanin ile de sitozin (merdivenin basamakları gibi). Bütün canlı diye bilgimiz organizmalarda bu bileşenler bulunur.
Kesin olan bir nokta var ki DNA kendi kendine çoğalamaz. DNA polimeraz denen ve onun kopyasını yapan (ve kendisi de DNA’dan sentezlenen !!) bir protein kompleksine ihtiyaç duyar. Tabii, DNA kopyalanırken, bir taraftan da o hücrenin “Kimlik” bilgileri bir şekilde korunmalıdır. DNA’nın kopyasını yaparken hangi hattın ana kalıp, hangi hattın kopya olduğunu anlamak için sitozin bazında bir (metil grubu denen) bir küpe takılıdır. Bu küpe yeni kopyalanmış DNA’da bulunmaz. Böylece yeni kopyası yapılan DNA’nın önce yanlış olup olmadığı da özel olarak görevli “tamir” proteinleri tarafından kontrol edilir, gerekli görülen kısımlar tamir edilir, sonra onlara da bu “Kimlik” kodları takılır. Özetlersek DNA’nın yeni kopyası, hatalı kısımların tamiri ve hafıza ayarlarının yapılması için yüzden fazla protein iş görür. Dikkat edelim, bütün bunlar hücrenin hafızasını, yani önceden öğrendiklerini korumak için yapılır!! Ayrıca bütün bu işi yapan proteinler DNA’dan kopyalanır!! Kim kime bağımlı oldu, hangisi daha önce var oldu da kendine has olan var olma olayını başkasına bağımlı hale getirdi?
DNA’nın kopyalanmasından sonraki basamak da DNA’nın paketlenmesidir. Hücre içinde bulunan DNA aslında çok büyüktür (bir insan DNA’sı yaklaşık 2 metre kadar uzunlukta). Ne var ki bütün bu DNA’lar gözle göremeyeceğimiz küçüklükte (yaklaşık 10 mikro metre, 1 metrenin yüz binde biri kadar uzunlukta) bir çekirdekte paketlenerek sığdırılır. Bu paketleme hücre tipine ve organa göre farklılık gösterir, ki ona göre o hücre veya organa gerekli olan genlerden RNA ve protein sentezi yapılır. Hücre için özel olan genlerin sentezlenip diğerlerinin yanlışlıkla sentezlenmemesi için ilk olarak DNA’daki sitozine küpe takılır, sonra bu DNA proteinlerle özel paketlenir ve en sonunda o paketleyen proteinler de ayrı birer küpeler takarak özel bir koruma sağlarlar. Özetlersek, bir hücrenin “Kimliği”, veya “Hafızası” en az üç seviyede korunma altına alınır. Bu işlemlerin hepsi kasıt ve çok kapsamlı bilgi gerektiren işlemler, nasıl iradesiz, şuursuz, ‘rastgele’ değişen çevre şartları ve hücre için oluveren ‘rastlantılar’ sorumlu olabilir? “Evrimde bir amaç yoktur, rastgele değişimler, birikerek bu hale geldi, çevresel faktörler (evrimsel güçler) ile bu hale gelmiştir” diyebilen kişinin bu “Hafızayı” koruma mekanizmalarını “rastgele olaylar” ile açıklamasını beklerim. Ve daha önemlisi, bu hücresel bileşenlerden hangisi, DNA mı, proteinler mi, yoksa onlara takılan küçük hafıza küpeleri mi bilerek bir şeyleri ayarlıyorlar. Tamamen birbirinin varlığına muhtaç olan hangi madde olabilecek muhtemel olaylara göre diğerlerini etkileyebilir? Ortadaki deliller ve mantığa aykırı olan bu teorinin bir de kendi içinde çelişkisi var: Eğer evrimin iddia ettiğine göre bir hücre gelişen çevre şartlarına göre ne olur ne olmaz değişmek zorunda kalabiliyorsa bu kadar kimlik veya hafıza bilgilerini korumak için yüzlerce protein, ve yüzlerce reaksiyon, ve o kadar da enerjiyi sarf etmesi çelişki değil mi?
DNA’ya özel bir diğer ilginç bilgi de kök hücre ile ilişkilidir. Kök hücrelerdeki DNA’da bulunan sitozinler her türe özel bir programlamaya sahiptir. Bir insanın kök hücresinin DNA’sında olan bu özel sitozin programlanması, bir farenin kök hücresiyle ayni değildir. Hatta insan kök hücresi birçok kendine has özellik gösterir. Evrimsel olarak basamak basamak ilerliyorsak, ve her aşamada bir sonrası için temel hazırlıyorsak, nasıl oluyor da bir insanın kök hücre programlanması bir fareden bu kadar farklılık gösterebiliyor? Bir insanın bu kadar özel olmasına gerek yok ki. İnsan o kadar özel ise, neden insan DNA’sında hayatını sınırlayıcı özellikler var? Ben bu kadar zahmet çekip evrim geçirsem neden ölmek isteyeyim ki? “Evrimsel sınırlar var”, veya “evrimsel mecburiyetler” diye uyduruk/saçma laflarla (saçma açıklamalarla) bu durum çözülemez. Ben neden bir ağacın, veya kaplumbağanın yüzyıllar boyunca yaşayabilmek için bulduğu çözümü kendimde kullanamıyorum? Teorik olarak insan bitkilerden veya kaplumbağadan milyonlarca yıl sonra evrimleştiğine göre, neden bir ağacın veya kaplumbağanın bulduğu uzun yaşam sırlarını kendimde kullanmadım da daha kompleks, çok daha ileri safhada yaşayan ama doğar doğmaz ölme programı başlayan bir organizma oldum? Evrim belli bir amacı gütmüyor diyorsak bu kadar anlattığımız özel yapılar, ve programlar nasıl açıklanacak?...
Her bir proteinin kodlama bölgesi DNA’da bir gen olarak adlandırılır. Bir gen içinde de protein için gerekli kalıp bölgeleri olan exon’lar ve onları birbirinden ayıran intronlar bulunur. Bir örnek verelim. Yüz tane amino asitten oluşan bir “ABCD” protein için 300 baz içeren bir RNA yani DNA barkodu gerekir. Ancak, “ABCD” geni 10000 baz içerir. Bunun nedeni eksonlar arasındaki intronlardir. Aslında proteinin yapısına girmeyen bu parçalar ne işe yarar? Bir proteinin yapısına girmeyen bir madde için neden bu kadar vakit, enerji ve hammadde kullanılıyor? Uzun bir sure modern bilim bu kısımlara gereksiz veya çöp olarak baktı. Hatta evrimsel süreçte DNA’da birikmiş fazlalıklar olduğu iddia edildi. Fakat son yıllarda bu intron denen kısımların aslında çok önemli düzenleyici görevleri olduğu bulunmaya başladı, ve hatta sırf bu alanlarda çalışılan yeni araştırma alanları son zamanlarda moleküler biyolojide en popüler konulardan biridir. “Bilim mutlaka bunu da açıklayacak bir gün” diye sürekli bize satılan bir anlayış var. Halbuki araştırmalar ilerledikçe “rastlantı”nın ve “tabiat”ın (kendi kendiliğine oluşmanın) kesinlikle açıklama olamayacağı yeniden tasdik ediliyor. Bu yüzden bir biyolog olarak ben, daha önce sebebi bilinmeyen her bir olayda “Bilim bu olayın rastgele olamayacağını, boşu boşuna olamayacağını mutlaka itiraf edip açıklayacak” diyorum. Şartlanmamış ve kariyer sevdası olmayan bir bilim adamı olarak bakınca, varlık aleminde abes veya boşa yapılmış bir iş olmayacağı bilinciyle yıllardır bu olayları gözlemliyor, ve her yeni bulguda Alim ve Hakim bir Yaratıcının varlığının daha bir teyit edildiğini görüyor, Elhamdülillah diyorum. DNA’nın aslında çöplük gibi evrimleştikçe birçok şeyi biriktirdiği masalı -ki başından beri çürük bir iddia idi- ama artık çok net olarak geçerliliğini yitiriyor, yeter ki biraz hür/uyanık/sorgulayan gözle bakabilelim. Bunun gibi her konuda bir yaratıcıya gerek olmadan ve rastgelelik üzerinden olayları anlatmaya çalışan her alanda siz sorguladıkça ve araştırdıkça zaten bariz olan gerçekler daha da net ortaya çıkacak.
Hayat demişken ölümden de bahsetmemek olmaz. DNA’nın öyle bir mekanizması var ki, bir hücre bölündükçe yaşlanıyor. Belli bir sayıda hücre bölünmesinden sonra o hücre ölür. Bir başka deyişle, bir insan doğumundan itibaren yaşlanmaya başlar. Bir taraftan büyüyoruz, diğer taraftan bütün hücrelerimizde bir zaman ayarı bizi yaşlandırıyor. Üstelik bu bizim DNA’mızda kodlanmış. Bu zaman ayarlı ölüm mekanizması, insan kromozomlarının en uç kısımları olan telomer diye adlandırılan bölgelerdir. Bu telomerler her hücre bölünmesi ile biraz kısalır. Aslında DNA da “telomeraz” denen ve bu kısalan telomerleri tekrar uzatan bir protein de vardır. Ancak yaş ilerledikçe bu protein aktivitesini kaybeder. Yaşlılığı önlemek için bu protein tekrar aktifleştirmeye çalışıldığında kansere neden olur, yine belki daha erken ölüme yol açar. Bir anlamda sanki DNA kendi kendine bir yaşam sınırı koymuş. DNA bir taraftan çoğalmak için proteinlere muhtaç, bir taraftan da buna da bir zaman ayarı konulmuş. Nasıl böyle bir ayarlama olabilir tesadüfen? mümkün değil. Evrimsel süreçte sürekli biraz daha ileri gitmek için milyarlaca yıl uğraşıp, bir de tutup hayati sınırlayacak bir mekanizma koymak çok saçma. Hangi evrimsel mekanizma ölümü açıklayabilir? Evrimsel her olay bir mücadele, yaşam savaşı gibi yansıtılıyorken, niye böyle programlı ölüm var o zaman? Teori hem temelsiz, hem tüm bulgulara aykırı, hem de iç tutarsızlığının haddi hesabi yok.
DNA’dan mesaj taşıyan RNA:
Ribonükleik asit yapısında urasil denen bir baz DNA’daki timin’in yerine kullanılır. En çok bilinenler ribozomal RNA’lar, mesajcı RNA’lar ve taşıyıcı RNA’lardır. Ne ilginçtir ki DNA’dan protein üretmek için, bir taraftan o proteine özgü mesajcı RNA’nın kopyalanması gerekirken, diğer yandan ribozomal RNA denen fabrikalara ve onlara malzeme olan amino asitleri taşıyan taşıyıcı RNA’lara ihtiyaç var. Ne kadar da iç içe geçmiş bir birbirine bağımlı olma durumu!! (Bu arada DNA’dan bu RNA’ları kopyalayan mekanizmanın da onlarca proteinden oluşan bir grup tarafından olduğunu da tekrar hatırlatalım). Protein sentezi için gerekli olan amino asitlere de sonra değineceğim.
Mesajcı RNA’ların çok ilginç bir özellikleri var. DNA’nın sadece gerekli olan gene özel olan bir kısmını kopyalar. Daha önce belirttiğim gibi bir gende hem ekson hem de intron bulunur. RNA sentezlenirken ilk önce bütün gen sentezlenir ve buna ara-form-RNA denir. Daha sonra eksonları bir araya getiren protein grubu ile intronlar kesilip atılır, yani bir yerde boşuna sentezlenmiş gibi olurlar.
Halbuki ne gerek var? Neden sadece protein için gerekli kısımlar olan eksonlar sentezlenmiyor? Biraz abesle meşgul olmak hücrede boşuna enerji harcamak gibi gelmiyor mu? Uzunca bir sure bu olayın da evrimsel süreçte hala bir gelişme aşamasında olduğu masalını dinledim. Halbuki yine son yıllarda bu protein sentezi için gerekli olmayan intronların hem DNA hem de protein sentezi üzerinde çok önemli görevlere sahip oldukları bulunmaya başladı. Değişik eskon kombinasyonları yapılarak değişik organlarda bir proteinin değişik çeşitleri olur. Acaba kim bu kombinasyonları biliyor da karaciğer ile beyin aynı proteinin farklı çeşitlerine sahip oluyor. DNA bütün hücrelerde aynı, RNA desen DNA ya bağımlı. Kimi sorumlu tutabiliriz? Her biri bir makinanın parçası olarak çalışıyor, ama makinanın sahibi, kurucusu ortada yok. Bu oldukça karmaşık düzen, çok geniş ve derin bilginin varlığını gösteriyor. Bu bilginin kaynağı nasıl bilgisiz kör maddeler ve tesadüf rüzgârı olur? Böyle saçma bir masala/efsaneye bilimsel teori nasıl denebilir? Bu çok ince ayarlar ve planlar net bir şekilde sınırsız bir ilim, irade ve kudret kaynağını gösteriyor. Bilimsel olarak bir yaratıcıdan bahsetmek istemeyen varsa, en azından dürüstlük gösterip “tesadüfen olamaz ama daha ötesinden konuşmak istemiyoruz” diye itiraf edip bıraksın. Yok, yine de, evrim masalını ‘bilimsel’ diye kamuflaj ederse, biz yutmayalım bari.
Diğer bir ilginç konu da her proteinin kendisi için gerekli olan yerde sentezlenmesidir, Yine sinir hücresini örnek verecek olursak, sinir hücrelerini birbirine bağlandığı kısma “sinaps” deniyor. Bir sinaps proteini sentezlenmek için mRNA sinaps için özgü küçük paketlerde sentezleniyor, ve oraya taşınıyor. Henüz bu yüksek bir ilim ve planla yapılan işler konusunda nerdeyse hiçbir detay bilmiyoruz. Umarım yakında araştırıp daha açık bir delil ile şahit olacağız yaratıcının eşsiz sanatına.
Her biri birbirine bağlı olan bu maddeler nasıl oluyorsa mükemmel bir şekilde çalışıyorlar. Her biri kendi işini sanki bir emir almışçasına yerine getiriyor. “Allah bu yaratır, kardeşim” deyip geçmemek lazım, çünkü “O” her şeyi bir gerçeklik/mantıki tutarlılık üzerine yarattığını söylüyor (6:73; 10:5; 14:19; 15:85; 16:3; 29:44; 30:8; 39:5; 44:39; 45:22; 46:3; 64:3). Kuran bana diyor gez dolaş dünyayı, şu her daim olan olayların başından sonuna bir bak, kim nasıl yapıyor bir düşün!! (29/20: De ki: “Yeryüzünü dolaşın ve Allah'ın [insanı] nasıl [harikulade bir şekilde] yoktan var ettiğini görün!.. ) (19/67: “İnsan düşünmez mi ki, daha önce o hiçbir şey olmadığı halde biz kendisini yaratmışızdır?”)
Gerçekten bakınca diyebiliyorum bir proteini yapmak için hiçbir hayatı olmayan ve basit birkaç çeşit atomdan öyle bir makine ile bir iş yapıyor ki hayret etmemek elde değil. Üstelik her an binlerce protein sentezlenmesi gerek, bu da binlerce RNA sentezlenmesi ve o kadar DNA açılıp paketlenmesi demek, ve bunların hepsi birbirine o kadar bağımlı ki hiçbirini diğerlerinden ayıramazsınız. Bu tek bir hücrede olan olay, bir de birçok farklı dokuda ve organda, o bulunduğu organa özel bir ayarlama olması gerekiyor ki, eğer bütün bunları bir yapan yoksa kendi kendine olabiliyor demek kadar saçma bir düşünce olamaz.
Hücrenin makineleri olan Proteinler:
Bir hücrede çalışan makineler diyebiliriz proteinler için. Neredeyse hücre içinde olan her olay proteinler tarafından gerçekleştirilir. Bir hücrede en temel enerji kaynağı olan şeker (glikoz olarak bilinir) proteinler ile hücre içine alınır, ve enzimler diye adlandırılan proteinler ile enerji kaynağı olan ATP haline dönüştürülür. Hücrede olan neredeyse her enerji gerektiren reaksiyon ATP kullanır, yani proteinlere muhtaçtır. Daha önce belirttiğimiz DNA’nın yeni kopyasının yapılması, onun paketlenmesi, özel işaretlenmesi, DNA’dan RNA kopyalanması hepsi birden ATP’ye ihtiyaç duyar. Ama hani proteinler DNA olmadan oluşamazdı? Neden ve nasıl şimdi her şeyin temeli diye anlatılan genetik materyal kendi ürünü olan proteine ihtiyaç duyuyor? Üstelik hem proteinler hem de DNA hücre dışından gelecek şeker molekülüne ihtiyaç duyuyor. Ne kadar da kendi kendini kıskaca almış bu DNA. Kontrolden çıkmasın diye birçok yönden kontrol altında tutuluyor. Hadi çevre şartları değişirse? Ne olacak o zaman? Evet doğru ya güya evrimsel süreçte yeterli zaman (milyonlarca yıl) geçerse yeni şartlara uyum sağlayan bir canlı tesadüfen oluşur. Ne ilginçtir ki dünyadaki bütün canlılar ayni enerji üretme mekanizmasını, ve ayni genetik materyal olan DNA’yı, ve ayni DNA kopyalama mekanizmalarını kullanıyorlar. Bu kadar tesadüfi olaylar sonucu nasıl da böyle ayni düzeni tutturmuş? Veya Neden hiçbirinin “aklına” evrimsel süreçte başka bir mekanizma gelmemiş?
Konumuz proteinler iken onların yapı taşları olan amino asitlerden bahsetmeden olmaz. İnsan vücudu her amino asiti üretemez!! Bunlara en temel “essential” amino asitler denir ve bunları besinlerle almak zorundayız. Afrika gibi bazı ülkelerde görülen besin yetmezliği bu nedenle çok önemli, çünkü gerekli proteinler sentezlenemiyor. Çocuklar gelişemiyor, hasta olan iyileşemiyor (Bu olayın insani boyutuna hiç değinmiyorum). Neden böyle bir besinlere bağımlı evrimleşme geçirdi insanlar? Evrimin en temel mekanizmalarından birisi türler arası rekabet ise, neden bu kadar bağımlıyım ben başka canlılara? En temel ihtiyacım olan oksijen için bile denizlerdeki oksijen üreten tek hücreli canlılara ve karadaki ağaçlara muhtacım. Ne garip iç içe örülmüş birbirine bağımlı olma hali. Bu yüzdendir ki öyle kendi başına tesadüflerle bir tek canlı bile oluşamaz. Eş zamanlı ve eş durumlu ince ayarlı sayısız hareketler ve oluşumlar aynı anda ve aynı mekanda lazım, bu da rastgelelerle hiç bağdaşmaz. “Co-evolve veya Beraber evrimleşme” diye kimsenin bilmediği anlamadığı boş laf atarak bu evrim masalını çökerten gerçekleri geçiştirmek olmaz!
Proteinler sentezlenince hemen çalışmazlar. Birçok protein değişik maddelerden küpeler takarak aktif olur ve aktivitesi durur. Mesela birçok protein “fosfat” denen ve ATP’nin yıkılmasından elde edilen bir molekülle aktif olur ve çalışmaya başlar. Ama ATP’nin sentezlenmesi için proteinlere gerek yok mu? Evet, hem de o şekerin hücreye girmesi için bile ATP gerekli. Kim kimden mesul, hangisi önce evrimleşti? Önceden evrimleşen neden kendini diğerine bağımlı hale getirdi?
Hücre dışında görev olan “membran proteinleri” denen proteinler Glikoz gibi birçok şekerden oluşan taçlar takarlar. Ne garip, o şekerin hücreye girip o proteine takılması için de yine başka proteinler gerekiyor. En çok bilinen diyebileceğim kanda oksijen taşıyan hemoglobin merkezinde “demir” molekülü olmadan çalışamaz. Demir molekülünü biz dışarıdan almak zorundayız. Hangi molekül, veya hangi hücre bu kadar planlamayı yapmış olabilir. Her biri kendine verilen görevi yapan organ böyle kapsamlı bir planlamaya gitmiş olabilir diye düşünmek gerekir. Düşündükçe ne kadar da muhtaç, ne kadar da çevremizle beraber yönetildiğimiz ayarlandığımız görülüyor. Bu kadar sistem içindeki bireylerin birbirine bağımlı olması ancak sistemi bilen ve dışarıdan idare eden bir kaynağa işaret ettiğini anlamamak elde değil.
Sonuç olarak araştırdıkça göreceğiz ki hiçbir canlı ve o canlı içinde oluşan hiçbir reaksiyon kendi kendine meydana gelemez ve gelemeyeceğini her daim göreceğiz. O zaman rahatlıkla ikna olur ve iman ederiz. “Canlılar evrimle değil (La ilahe) Emir’le (İllallah) var olur”.
Bu sonuç bana Kur’an’da geçen Musa ve Firavun’un sihirbazları kıssasını hatırlattı: Musa’nın mesajının mucizevi açıklamaları karşısında, sihirbazlar hiçbir delil bulamayınca teslim olup Allah’a secde ettiler. Firavun’un ölüm tehdidi onları vaz geçiremedi. Şimdi de yakın bir zamanda “bilimsellik” adına uydurulan sihir bozulacak ve gerçekçi bilim adamları yaratılıştaki Allah’ın emriyle gerçekleşen olayları Allah’a teslim edip secde edecekler. İstikbal, hür, gerçekçi, görevinden atılıp aç kalacağı korkusu taşımayan gerçekler karşısında secde etmeye hazır olan genç, dinamik, çalışkan bilim adamlarını bekliyor. Yakında artık birileri çıkacak ve “Kral çıplak!” diye haykıracak! İstikbal, her söylediği her gün daha bir hak olduğu ortaya çıkan Kur’an’ındır!!